Ömer Tuğrul İnançer: Suriyelileri muhacir olarak görmek çok ayıp

Hukukçu, Yazar ve tasavvuf musikisinin önde gelen ismi Ömer Tuğrul İnançer, haber7.com’a önemli açıklamalarda bulundu.

Ömer Tuğrul İnançer: Suriyelileri muhacir olarak görmek çok ayıp

Haber7.com Genel Yayın Yönetmeni Osman Ateşli ve Editör Asya Karagül, Türk Tasavvuf Musikisi’nin önemli isimlerinden biri olan Ömer Tuğrul İnançer ile son günlerde Türkiye gündeminde sıkça yer alan ‘Suriyeliler’ konusu üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.

İşte Ömer Tuğrul İnançer’in açıklamalarından satırbaşları:

Meseleyi güncel bir soru başlığı ile irdeleyecek olursak; Toplumsal yozlaşma meselesi ülkemizdeki Suriyeliler birlikte konuşuluyor. Suriyelilerin Türkiye’ye göçü hakkında neler düşünüyorsunuz?  

Tarihte Suriye, Ürdün, Lübnan, İsrail, Kuveyt, Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn bu devletler yok, hiç olmamış. Irak da yok. Irak bir bölgenin, Suriye bir bölgenin ismidir. Şam vilayetine dahildir. Bu şekilde söyleyenler kendilerini gökten zembille mi indi zannediyorlar. Çok değil, iki nesil evvel. Ben bir hanım tanıdım, Allah rahmet eylesin, Münevver Ayaşlı. Beyrut Lisesi mezunuydu. Neden? Babası Beyrut valisiydi. Yahya Kemal Bey Üsküp doğumu, tahsilini Üsküp’te yapmış. Galiba Hacettepe Üniversitesi’nin kurucusu, YÖK’ün ilk başkanı İhsan Doğramacı, Kerküklü.

 

SURİYELİ KİM?

Bana bunu söyleyenler Kilis, Antep ve Halep arasındaki farkı söylesinler. Yemesi, içmesi, kalesi, arazisi, Halep’te Arapça konuşanlar fazla Türkçe konuşanlar azdır, Antep’te Arapça konuşanlar az Türkçe konuşanlar fazla. Fransız İngiliz heriflerinin cetvelle çizdikleri sınır onları Suriyeli mi yaptı? Benim Şam vilayetimin vatandaşları onlar. Mithat Paşa Bağdat valisi değil miydi? Ee? Kim dedi Suriyeli? Suriyeli kim ya? Trakyalı, Karadenizli bölge ismi bunlar.

“KENDİLERİNİ İDARE EDEMEDİLER”

Devlet kurulmuş, ne devleti ya? Zaten 1947-1948’e kadar Fransız mandasıydı. Nereden devlet oldu ki? Kim devlet yaptı onu? Kimden kurtuldu? Ümmete muhalif iş yaptılar bu hale geldiler. Zaten 101 sene, 1918’de çıktı elimizde, o kadar senedir kendilerini idare edemiyorlar. Bir Fransız mandası geldi, sonra Cumhuriyet yapmaya çalıştılar, Mısır ile birleştiler Birleşik Arap Cumhuriyeti olmaya çalıştılar, Baasçılar geldi, komünistler geldi. Ne halt oldukları belli değil. Suriyeli ne demek? Burası köy, o İngiliz Fransız namussuzu bir hudut çizmiş benim teyzem orada onun eniştesi burada ötekinin dayısı orada berikinin amcası burada. Bu ayrılık ne ya? Suriye’yi kim devlet olarak kabul ediyor ki? Statü olarak böyleymiş, olabilir.

“ŞAM’DAKİ NEYSE URFA’DAKİ DE O”

Suriyelilerin benden farklı nesi var? “Pis onlar” diyorlar. Ayağını yıkar çıplak ayakla basar camiye girer. Bunu Kahire’deki de yapar, Şam’daki de yapar, Mardin’deki de yapar, Urfa’daki de yapar. Kusura bakmayın. Bunlar telakkilerdir. Millet ayrımı diye bir şey yok ki. Biz Arapça konuşmaya konuşmaya, onlar Türkçe konuşmaya konuşmaya bırakmışlar. Gidin bakın hepsinde eski Türkçe yazıyor. “Şam istasyonu” yazıyor, gidin okuyun. Yabancı kelime olduğu için Osmanlı elif be’sine tam uygun. Eskiler “pulis” derlerdi u ile, Arapça’da o sesi yoktur.

Yani aramızda bir fark görmek ve bu kabulü ensar-muhacir olarak görmek çok ayıp. Çünkü Medine apayrı bir sosyal konumdaydı. Yahudi ağırlıklı, putperest azınlıklı Yesrib şehri ayrıydı. Mekke bir site devleti olarak bütün etrafın saygısına mazhar belli usullerle idare dilen meşvereti olan yani Eski Yunan’daki gibi belli işleri belli heyetlerin gördüğü, mesela Kabe’nin 14 vazifelisi vardır, onlar Mekke ülkesinin en yüksekleriydi. Ama Medine bambaşka bir yerdi. Sosyal hayatı da farklı, iklimi de. Onlar olduğu gibi bir sosyal çevre değiştirdiler. Urfalı İstanbul’a geldiği zaman, Trakyalı Hakkari’ye gittiği zaman ne kadar bir sosyal değişim görüyorlarsa Suriyeli de buraya geldiği zaman o kadar görüyor. Ama Suriyeli Antep’e, Urfa’ya, Kilis’e geldiği zaman hiçbir sosyal değişim görmüyor, nereden çıkardılar bunu? 

“BERABERLİK İÇİN BİRLİKTE FAZLASI LAZIM”

Meselenin çözüm noktasında sizce neler yapılabilir? 

Gavurun çizdiği sınırı tanımayıverirsin geçer gider. Tabi fincancı katırlarını ürkütmeden. Ne olacak yani? Müslümanlar birlik olmayı öğrenseler… Bu kadar basit. Palyatif tedbirlerle bir şey çözülmez.

Siyasetçilerin ağzında bir laf var; “birlik beraberlik.” A benim iki gözüm beraberlik için birlikten fazlalık lazım. Birden fazla olanlar beraber olur. Söylediğiniz sloganın manasını bilmiyorsunuz. Birlik deyin yeter, beraberliğin en lüzumu var. Bir vücutta göz gibi dışarıdan çok kıymetli, beyin gibi içeride çok kıymetli aletler olduğu gibi heladan helaya kullanılan aletler de var. Beni söylettirmeyin. Ama o vücudun tamamiyeti için de her alet lazımdır. Ayrılık nerede? Ama Türkler (milliyetçilik kastederek söylemiyorum bir hakikati ortaya koyuyorum) sanatta, idarede, ilimde daima İslam bedeninin beyni ve kalbi olmuştur. Tabi ilk kuruluştan itibaren değil, Abbasiler’den itibaren. 

Bermeki’lerden başlayan ve esas entelijansın kuruluşu tamamen Türklerledir. Memlükler öz be öz Türktür, Karahanlılar, Gazneliler.. Hiç bize okutulmayan, öğretilmeyen Babürlüler. Bir Babür medeniyetini biz derste okumadık. Endülüs’ü herkes Endülüs Emeviler olarak biliyor. Nereden çıktı? Endülüs en son devleti Beni Ahmer’dir Gırnata’dan ayrılan. Ve Emevi değildir. Onu bile doğru bilmiyoruz. 1492’de son Müslüman ayrılırken Emeviler yok, Beni Ahmer’dir, bilmiyoruz. Bunların hepsinin çözümü doğru bilgiden geçer. Doğru bilgiyi edinmek için sevmek gerekir. Sevdiğimizi üzmemek için bunları doğru biliriz. Böyle ayrım olmaz, birlik beraberlik sloganlarıyla olmaz. Hakikaten bir’likle olur. Bir olacağız. Ama Türkler hep yukarıda olmuş, lider olmuş, ağabey olmuş bazen baba olmuş.

Bugün Fütuhat-ı İslamiyye’ye baktığımız zaman Hulefa-i Raşidin ve Emeviler dönemindeki Kuzey Afrika’ya ve Malatya’ya kadar olan fütuhat haricindeki ondan sonraki bütün fütuhat Türkler eliyledir. Bugün koca Hindistan, milyonlarca kişilik Endonezya, Pakistan, Hindistan’daki yüz milyonlarca Müslüman, Bangladeş, Afganistan Müslüman ise önce Sultan Mahmud Gaznevi sonra Babür Şah ve evlatları sayesindedir. Bugün Tuna’nın öbür tarafına kadar, Viyana kapılarına kadar hala Müslüman varsa Osmanlı fütuhatıdır. Varsa aksini iddia eden buyursun. Fütuhatta da öndeyiz.

“MÜSLÜMANLARDAN BAHSETMİYORUZ, İSLAM’DAN BAHSEDİYORUZ”

Fütuhat zapt etmek değildir, açmak demektir. Biz evvela gönüllerini açarız ve Türk zulmünden bahsedilemez. Diyenler var, iftira ediyorlar. Ama Engizisyon vardır, kendi vatandaşlarına zulüm eder. Hollanda’da çiçek pazarının yanındaki köprünün başında ‘işkence müzesi’ var, hangi aletlerle işkence ettiklerini sergiliyorlar. Bunun adı medeniyet. Halbuki biz, zalime bile zulüm edemeyiz. Zalime bile adaletle. Ben ne yiyorsam esirim de onu yiyecek. İslam hukuku bu. Hangimiz medeniyiz? Müslümanlar mı medeni ötekiler mi medeni dersek orada verecek cevabımız pek yok. Bu insanlar Müslüman mı dersek ona da verecek cevabımız yok. Biz Müslümanlardan bahsetmiyoruz, İslam’dan bahsediyoruz. Bu ayrımı da bu şekilde yapmak aslında bir Müslüman için yüz kızartıcı, iç ağlatıcı bir hal. Örnek olamıyorsam ben Peygamberim gibi, benim Müslümanlığım çok noksandır.

“YETİM BAŞI OKŞAYAN EL, KILIÇ KABZASI DA TUTAR”

Ve Efendimiz’in bir tanıtım şekli: “Yetim başı okşardı.” Eyvallah. İyi de Uhud’da mızrağı fırlatan diğer muharebelerde elinde kılıç tutan, zırh ve miğfer giyen, o kim? O yetim başı okşayan el aynı zamanda mızrak ve kılıç kabzası tutuyor muydu, tutmuyor muydu? Niye onu söylemiyorsun? Neden biliyor musunuz? Bizi pasifize etmek için. Senin Peygamberin yetim başı okşardı sizde onu örnek alın. Ne münasebet. Benim Peygamberim aynı zamanda gazidir. Bedir’iyle, Uhud’uyla, Hendek’iyle, Huneyn’iyle, Mekke fethiyle gazidir benim Peygamberim. Bunun da öğrenilmesi lazım. O zaman, -kadın başka bir şeydir dişi başka bir şeydir yanlış anlaşılmasın- dişi politika yani pasif politika Müslüman’a yakışmaz. Müslüman aktif olur. İki günü eşit olan zarardır diyen bir peygamberin ümmeti manzarası bizde yok. Onun için biz Müslümanlığımızı sorgulamalıyız. Zaten İslam prensiplerinin yanlış olduğunu söyleyen en büyük İslam düşmanı bile yok. Müslümanların yanlış olduğunu zaten biz bile söylüyoruz, o ayrı bir mesele.  

Gelecek ile ilgili bir fütuhat… 

Biz kul tedbiri ve aklı ile düşündüğümüzde pek görünmüyor. Ama Taif’e gittiğinde ayakları taşlanan, kanatılan, yere düşürülen, hakaret edilen, Kabe avlusunda başına işkembe geçirilen, memleketinden kovulan bir Peygamber baktığın zaman kötü vaziyet, istikbal parlak değil. 10 sene sonra o memlekete fatih olarak girdi. Bir kişi ile başladı yuvarlak hesap 24 yıl sonra 124 bin kişi idiler. Böyle olur mu?

Bir mimar gelmişti Amerika’dan. Rahmetli Muzaffer Ozak hazretleri, fakire dedi ki “Bunları evvela Ayasofya’ya götür sonra Sultanahmet’e götür. Sonra bir daha Ayasofya’ya getir sonra Süleymaniye’ye götür. Bir daha Ayasofya’ya götür sonra Fatih’e götür. “ Peki, yaptık ettik. Sonra dükkana döndük. “Süleymaniye bir daha yapılır mı?” dedi. Fransız mimar, “Yapılır” dedi, “Kubbesini ters çevireceksin, içini pırlanta ile dolduracaksın. Bir Sinan ile bir de Süleyman bulacaksın, yapılır.”

Allah bir Sinan, bir Süleyman ve Süleymaniye’nin kubbesini dolduracak kadar pırlanta göndermeye kadirdir. İsterse yapar ama pek adeti değildir. Biz Rabbimizin iltifatını, lütfunu celb edecek hale bürünmedikçe, isterse verir ama onun isteme adeti pek yok. Hak edene mi verir? Öyle bir şey yok. Allah’ın verdiği her şey lütuftur, hak etme karşılığı verilmez. Kul, Rabbine karşı hiçbir şey hak edemez. Ne verirse nimettir öper başına koyar. Bu nimeti çoğaltmanın ve azaltmanın formülünü kendisi buyurmuş. Şükrederseniz, -tabi “Ya Rabbi şükür” değil- şükre uygun yaşarsanız nimetimi çoğaltırım buyurmuş. Nankörlük ederseniz önce elinizden o nimeti almak suretiyle azap ederim buyuruyor. Biz şükredici bir toplum muyuz, nankör bir toplum muyuz, bakalım. 

KAYNAK : Haber7

BU KONUYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ