Necip Fazıl ve müzik

Hayatı ve eseri hakkında az çok bilgi sahibi olanların yakından bildiği gibi Necip Fazıl, Batı klasik müziğini bilir ve severdi.

Necip Fazıl ve müzik

Yazılarında bu yakınlığın izleri görülür. Şâheserlerinden “Çile” şiirinin kurgusu da senfoni formuyla aynıydı. Uzun şiir, bir senfoninin aşamalarındaki gibi dört bölüme ayrılmış; eserin iç dinamikleri de aynen senfonik iç kurgunun ifade özelliklerine göre oluşturulmuştu. Nitekim Çile’nin ilk neşredildiği dönemdeki adı da Senfoni idi. Okuyucuları hatırlayacaktır; Anadolu’ya “kaçış” günlerinde, bir buhran esnasında yaşadığı bir olayın merkezinde de Batı müziği bulunuyordu. Sığındığı ve içinde hiç kimsenin bulunmadığı esrarengiz bir dağ evindeki gramofonu çalıştıracak ve yükselen senfonik müzikle “iskelet haline gelmiş binlerce elin topraktan göğe doğru fışkırdığını” hissedecek kadar etkilenecekti. Yazılarında, Batı müziği tutkusunun izlerinin yakalanabileceği çok sayıda ipucu vardır.

Daha yayınlandığı günlerde klasik haline gelmiş olan, bizzat seslendirdiği 33’lük şiir plağının fon müziklerini de kendisi seçmişti. Kullandığı müziklerin, şiirlerinin ruhuyla nasıl örtüştüğü, üzerinde ayrıca durmayı gerektirecek kadar inceliklidir. Seçimleri, yüksek bir estetik kaygı ve ihtisas sahibi olduğuna kuşku bırakmaz. Söz konusu plağının fonundaki müzikler, ne yazık ki günün birinde cinayet gibi bir cür’etle değiştirildi. Kendi tabiriyle “Beyazsaray’ın ‘kaba softa ham yobaz’ esnafı” galiba, “Bu müzik gâvur işidir. Hemen atalım ve yerine ‘ney taksimi’ koyalım ki, daha uhrevi bir hâle bürünsün” gibi trajikomik bir yaklaşımla o nefis kayıtların canlarına okumuşlardır.

ÜSTAD’IN KLASİK MÜZİĞİMİZLE İLİŞKİSİ

Üstad’ın, acaba kendi musikimiz ile bir ünsiyeti yok muydu? “Kör ve Musiki” başlıklı fıkrası, Türk musikisi üzerine yazılmış belki tek yazısıdır. Bu yazıyı okuyanlar, eğer “Necip Fazıl musikimize nasıl bakardı?” gibi bir soruları varsa, dört dörtlük bir cevap alacaklardır. Özetle söylenebilir ki Üstad, klasik musikimize değil ilgisiz olmak, zehir gibi zekâsıyla ve dikkatiyle “iyi müzik”le “kötü müzik” arasındaki farkı zaten herkesten daha iyi anlayabilirdi. Nitekim sözkonusu yazısı, klasik musikimizi ve sıradan müzikleri nasıl vukufla tefrik ettiğinin açık bir ifadesidir. Hayatının hiçbir devresinde ve hiçbir eserinde hemen hemen hiçbir ipucu vermediği halde Üstad, musikimizin icra ayrıntılarına inebilecek kadar ihtisas belirten bilgileri nereden almış ve zevkini nasıl geliştirmiş olabilirdi? Sorunun cevabı çok zor değildir: Geniş kültürü, bu hassasiyetin temelini zaten kendiliğinden oluşturmuş olmalıdır.

İkinci ve belki çok önemli bir ayrıntı da büyük bir ihtimalle, Üstad’ın, diğer bir üstadla, Mesut Cemil’le olan arkadaşlığıydı. Kelimelerin üstadı Necip Fazıl ile seslerin üstadı Mesut Cemil’in dostluk çevresinin adı, “Esâfil-i Şark” idi. Âbidin Dino, Peyami Safa, Fikret Âdil, Nâzım Hikmet, Çallı İbrahim ve Tanpınar gibi dönemin birçok aydınının oluşturduğu bu toplulukta, sanatın her dalından bir temsilci bulunuyordu. “Şark’ın Sefilleri”nin arasındaki musiki rüknü ise Mesut Cemil’di. Ortak paydası sanat, kültür ve bohem hayat olan Esâfil-i Şark gecelerinde iki üstadın irtibatlarının, Necip Fazıl’ın –zevk noktasında gerek bulunmasa dahi- bilgi bakımından klasik musikimizle yakınlaşmasına bir katkısı olduğu düşünülebilir.

BİR NECİP FAZIL ŞİİRİ BESTELEMEK?

Üstad’ın müzikle ilişkisini mercek altına alırken, doğrudan kendi isteğiyle oluşmayan ilgi çekici bir “müzik bağlantısı”ndan da söz etmek gerekecektir. O bağlantı, şiirlerinden yapılan bestelerdir. Hiçbir şiirini ‘bestelensin’ diye yazmadığı bilinen Üstad’ın, bestelenen şiirlerinden haberdar olunca itiraz ettiğine dair herhangi bir bilgi bulunmuyor. Bu durum, çıkış itibarıyla kendisinin başlatmadığı bir ilişki sürecine işaret ediyor. Bilinen herhangi bir itirazının olmaması da durumu kabullendiğini gösteriyor.

Üstad’ın bu türden süreçlerle müzik dünyasının dikkatini çekerek ezgilendirilen şiirlerinden oluşan bir albüm, 1996 yılında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından yayınlandı. Yönetmenliği, bu satırların yazarı tarafından yapılan albüm, alanında ilk ve tektir. “Bestelenmiş Şiirleriyle Necip Fazıl Kısakürek” adlı ve İBB’nin ilgili dairesinin o dönemdeki yöneticileri Şenol Demiröz ile Beşir Ayvazoğlu’nun talepleriyle hazırladığımız albümün muhtevası, o güne kadar araştırıp ulaşabildiğimiz eserlerden oluşuyordu.

Üstad’ın bestelenmiş şiirlerinin büyük bir bölümünün kaydedilmesini sağlamıştık. Yayından sonra varlığından haberdar olabildiğimiz iki eserden ilki Alâeddin Yavaşça’nın Hicaz makamından bir şarkısı, diğeri ise Murat Bardakçı’nın Segâh makamından bir ninnisi idi. Ayrıca önceki yıllarda bestelediğim, fakat albüm çalışmaları sırasında bulamadığım “Anneye Ninni” de albüme girememişti. Muzaffer Şenduran’ın Sabâ şarkısı, “Elimde sükûtun nabzını dinle” mısraıyla başlayan “Veda” adlı şiirin birinci ve üçüncü dörtlüklerinden oluşuyor; bestekârın, son derece sağlam yapılı, hatta kusursuz bir şarkı çıkarmayı başardığı görülüyordu. Şenduran’ın şarkısı, eğer başka hiçbir esere imza atmayacak dahi olsa, uzun yıllar boyunca adını yaşatabilecek cinsten bir eser olmaya adaydır.

Necip Fazıl gibi şairlerin şiirlerini bestelemeye soyunanları bekleyen bir tehlike vardır. Bu tehlike, esasen bestekârlığın yazısız kurallarındandır. Güçlü bir şairin eserini bestelemeye girişmiş biri, yaptığı müziğin, kullandığı şiirin ağırlığı altında ezilme tehlikesini göze alıyor demektir. Yüzlerce yıllık tarihiyle musikimizin çöplüğü, bestelemeye yeltendiği tumturaklı şiirlerin altında ezilip kalmış bestecilerin ezgileriyle doludur. Üstad’ın şiirleri güfte olsun diye yazılmadıklarından, bestelenmeleri büyük zorluklarla doludur.

Hafakanların, sancıların, kavgaların ve korkuların şiiri diyebileceğimiz Necip Fazıl’ın şiirinin, Türk musikisi tarzında bestelenebilmeleri ise imkânsız gibidir. Zira musikimizin ruhu ile Üstad’ın şiir dünyası, yolları pek az noktada kesişen iki ayrı ırmak gibidir. Az sayıdaki yakınlaşma alanları ise zaten öteden beri bestekârların ilgilerini çekmiş ve üzerinde Türk müziği tarzında yoğunlaşılabilecek az sayıdaki eser ortaya çıkarılmıştır.

“VEDA”, “KALDIRIMLAR” VE DİĞERLERİ…

Şenduran’ın Sabâ şarkısına güfte olan “Veda” şiiri, aynı zamanda Üstad’ın bestekârlar tarafından en çok ilgi gören eseridir. Şiirin, “Akşamı getiren sesleri dinle” sözleriyle başlayan eski versiyonu ise, kıdemli müzisyen Sadun Aksüt tarafından uzun yıllar önce Acemkürdî makamında bestelenmişti.

Bu şarkının da zamanın aşındırıcı etkilerinden rahatlıkla sıyrılıp, uzun yıllar sonra bile ilgiyle karşılanacak kalitede bir eser olduğunu belirtmek gerekiyor. “Veda”yla ilgilenen üçüncü bestekâr, Alâeddin Yavaşça’dır. Yavaşça’nın eserine seçtiği makam Hicaz’dır. Bu şarkı da, bestekârının ustalık derecesinden ve eseri büyük vukufla vücuda getirmiş olmasından dolayı zamana karşı direnebilecek sağlamlıkta bir eserdir. Vedâ’yı “Ayrılık Vakti” başlığıyla besteleyen dördüncü bestekâr Hüseyin Gökmen’dir ve şarkısı Nihâvend makamındadır. Merhum Gökmen’in bu şarkısı, CD çalışmamızla kayıt altına alınmış ve belki de unutulmaktan kurtulmuştu. CD’ye kaydedilen bir diğer Nihavend şarkı ise Üstad’ın “Yattığım Kaya” adlı şiiriydi. “Sonsuz Sefer” adıyla tarafımdan bestelenmiş olan şarkı, fantezi bir edâ taşımaktadır.

Mahmut Yivli adlı bestekâra ait olan Nev’eser şarkı, Üstad’ın “İçerimde koca bir dağ gizlidir” mısraıyla başlayan şiirinden bestelenmiştir. “Melekler dolanır bu kuytu yerde” mısraıyla başlayan “Ninni”nin yanı sıra, “Bu Yağmur”un makamları Hicaz’dır. Tarafımdan bestelenmiş olan parçalardan ilki ninni, ikincisi şarkı formundadır. Her ikisinin de birer besteleniş hikâyesi vardır: “Ninni”, bir yakın arkadaşın dünyaya getirdiği bebek için armağan olarak; “Bu Yağmur” ise, Yeni Bir Dünya adlı kitabında bu şiir üzerine harika bir hikâye yazmış olan merhum Necmettin Hacıeminoğlu’na ithafen bestelenmişlerdir. Üstad’ın bestelenen şiirlerinden Hicaz makamındaki bir diğer şarkı ise yakın bir geçmişte ebediyete uğurladığımız Ahmet Hatiboğlu’na aittir. “Gönlüm ne dertlidir ne de bahtiyar” mısraıyla başlayan şarkı da zamana karşı koyabilecek, kuvvetli şarkılardan biridir. Edebiyat dünyamızda ‘Kul Ozan’ mahlasıyla tanınan Fırat Kızıltuğ’un Hüseyni makamından orkestra ve koro için bestelediği eser, “Aydınlık” şiiriyle aynı adı taşımaktadır.

“Uyan yârim uyan söndü yıldızlar” sözleriyle başlayan şarkının bir de teksesli versiyonu bulunmaktadır. Çoksesli versiyonu Ayangil Türk Müziği Orkestra ve Korosu tarafından çeşitli tarihlerde seslendirilmiş olan eser, Üstad’ın çok sevdiği Batı müziği tarzında bestelenmiş olması bakımından özel bir örnek teşkil etmektedir. İBB adına yaptığımız CD çalışmasından sonraki yıllarda bestelediğimiz için albümde yeralmayan bir diğer şarkı da “Su” adını taşımaktadır.

İSKİ’nin bir kuruluş yıldönümü etkinlikleri kapsamında verilecek olan “su” konulu bir konserin hazırlık çalışmaları sırasında yazdığımız eser, Üstad’ın su konulu ve Kemal Ilıcak’ın ricası üzerine yazdığı söylenen ünlü 6 beytinden oluşmaktadır ve Mâhur makamındadır. Üstad’ın bestelenen şiirlerinden bir tanesi de ünlü Kaldırımlar-I’dir. “Sokaktayım kimsesiz bir sokak ortasında” mısrarıyla başlayan şiir, popüler müzik tarzında iki ayrı besteci tarafından bestelenmiştir. Birincisi ve daha çok bilineni, Funda Arar’ın icrasından tanınan ve Aykut Kuşkaya’ya ait olan parçadır.

Şiirin öteki bestesi ise Üstad’ın ruhunu daha iyi kavramış bir eser olmasına rağmen nedense gerektiği kadar tanınamamıştır. Müzik anlayışıyla 90’lı yıllarda ümit vaat eden Grup Bileşim’in çeşitli konserlerinde ve bir albümünde yer verdiği eserin bestesi ve icrası Ahmet Özbilen’e aitti.

“ZİNDANDAN MEHMED’E MEKTUP” NASIL BESTELENDİ?

Üstad’ın bestelenen son şiiri de “Zindandan Mehmed’e Mektup”tur. Uşşak eser Fırat Kızıltuğ’a aittir. Eserin bir diğer özelliği, ilk bestelendiği dönemde ilk beşliği ile son beşliği kullanılmasına rağmen, daha sonraki yıllarda bestekârı tarafından tekrar elden geçirilip, şiirin geriye kalan kısmının da bestelenerek esere yeni bir kimlik kazandırılmış olmasıdır. Şiirle aynı adı taşıyan eserin de bir besteleniş hikâyesi vardır: 15 yıl kadar, bugünkü adı Cumhurbaşkanlığı Korosu olan kurumda birlikte çalıştığımız Kızıltuğ ile sık sık daldığımız şiir sohbetlerinden birinde, bir bölüm o, ardından bir bölüm ben olmak üzere, “Zindandan Mehmed’e Mektup”u ezberden okuyup hafızalarımızı tazeliyorduk.

Şiirin son mısraını da bitirdikten sonraki birkaç dakika süren sessizlik, Kızıltuğ’un mırıldandığı ve sözleri belli belirsiz seçilebilen bir melodiyle bozulmuştu. Kulak kesildiğimde, melodilerin arasından mırıldanma ile ıslık arası bir sesle, şiirdeki kelimelerin geçtiğini farkedebilmiştim. Hiçbir müdahalede bulunmadım ve Fırat Bey’in dalgınlığının geçmesini bekledim. Bakışlarıyla tekrar yanıma döndüğünde anlaşıldı ki, oracıkta ve birkaç dakika içinde besteleyivermişti.

Melodileri birlikte tekrar ettik… Sonraki birkaç gün içinde dilime takılan ezgiyi sürekli tekrarlamış ve tamamen ezberime almıştım. Aradan birkaç ay geçmişti. Kızıltuğ, bir gün üzüntülü bir tonla, o günü hatırlattı ve “Keşke o gün not etseymişsiz; çünkü melodiyi unuttum, hatırlayamıyorum, yazık oldu!” diye yakınmıştı. Eseri başından sonuna kadar okudum. Kızıltuğ çok sevindi. Dilime pelesenk olan melodiler hafızamda kalmıştı. Hemen oracıkta oturup notasını yazdık.

KÖR VE MUSİKİ

“Bir mısraı bir millete şeref vermeye yetecek büyük şair”in manevi hatırası önünde bir kez daha saygıyla eğiliyor, Türk müziği hakkında yazdığı tek yazı olan 1939 tarihli “Kör ve Musiki”yi bir kere daha hatırlatarak Üstad’a Allah’tan rahmet diliyorum.

Boğaziçi’ndeki köyümün iskelesine bitişik gazinoda oturuyordum. Modern-moderen gazino bu… Tabii radyolu, pikaplı ve ayrıca hoparlörlü… Hem de ne hoparlör! İki iskele yukardan iki iskele aşağıya kadar koca sahayı, araba beygiri gibi kamçılamakta… O akşam lodosun tesiriyle midir nedir, gazino sahibinin zevki biraz incelmişti. Niyetli karamela edebiyatı Türkçe tangolar yerine Mesud Cemil’in korolarını çalıyordu. Eyyubi Bekir Ağa, Tanburi Mustafa Çavuş ve Itri’nin harikulade ses örgülerinden bir tente altında yazımı hazırlarken gözlerime birden müthiş bir manzara çarptı: Bir kör! Evet 15-16 yaşlarında, kafasında mektep kasketi, fotoğrafını çektirecek gibi iskemlesinde dimdik; gözleri alçıyla doldurulmuş birer delik halinde, kör bir çocuk…

Bu çocuğun musiki dinleyişini, bu gözsüz çehredeki tahassüs edasını asla unutamam. Denebilirdi ki çocuk, maddesinde kapanan gözlere mukabil ruhunda açılan gözlerle, dinlediğini lif lif görüyor. İdrak nazarı bu körde, Acem şalı dokuyan bir sanatkardaki kadar kuvvetliydi. Korolar üstüste devam etti, kör kıpırdamadı, tavrını bozmadı, yüzünde en korkunç çığlıklardan daha tesirli bir ağlayış ifadesiyle dinledi, dinledi.

Nihayet sıra, hoparlörde bayağılık şamatalarına gelince evvela yüzünü buruşturdu, sonra etrafındakileri görmek ister gibi sağa sola bakındı, daha sonra ayağa kalktı, bastonunu kavradı, ucunu iki tarafa sallıyarak yolunu buldu ve çıkıp gitti. Gözleri açık körler arasından geçip giden bu çocuk bana öğretti ki, bir çoğumuzda göz, görmenin değil görmemenin aleti… Hakkı verilmeyen alet, görmiye memur olduğu işin aksini yapar.

2 Haziran 1939 Necip Fazıl KISAKÜREK

Kaynak: Cumhurbaşkanlığı Korosu Şef Yardımcısı / Türk Musikisi Sanatçısı Mehmet Güntekin / Tohum Dergisi Güz 2016 Sayı 156

 

 

KAYNAK : Haber7

BU KONUYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ