7 asırdır her cuma ‘esnaf duası’ ediyorlar
Bolu’nun Mudurnu ilçesindeki esnaf, Osmanlı döneminden bu yana sürdürülen gelenekle her cuma günü hayırlı ve bereketli kazanç için dua ediyor. İlçe sakinlerinin de katıldığı dua, esnafın birbirine yardımcı olması gayesi ile yapılıyor.

Bolu’nun Mudurnu ilçesinde Osmanlı döneminden bu yana cuma namazlarından önce “esnaf duası” yapılıyor. Tarihi İpek Yolu üzerinde bir Osmanlı kasabası olan ve Ahilik kültürünün halen yaşatıldığı Mudurnu, tarihi yapılarını korumanın yanı sıra örf, adet ve gelenekleri de yaşatmayı sürdürüyor.
İlçenin Demirciler Çarşısı ile Orta Çarşı’da her cuma günü seladan önce 7 asrı aşkın süredir “esnaf duası” gerçekleştiriliyor. Esnaf, vatandaşlarla beraber hayırlı ve bereketli kazanç için dualar ediyor.
Duaya ilçe sakinleri de eşlik ediyor
Bir iş yerine asılan Türk bayrağının altında ayakta çalışan esnafın oturarak, oturarak çalışanların ise ayakta yaptığı duaya ilçe sakinleri de eşlik ediyor. Duanın ardından vatandaşlar tarafından özel olarak pişirilen ekmekler dua edenlere dağıtılıyor.
88 yaşındaki ayakkabıcı İsmail Taşköprü, yaptığı açıklamada, “esnaf duası”nın Mudurnu’nun kurulduğu günden bu yanda devam ettiğini söyledi. Taşköprü, ilçe esnafının ihtiyacı olan vatandaşları belirlemek için başlattığı esnaf duasının ilerleyen dönemlerde daha farklı boyutlara ulaştığını vurgulayarak, “Esnafın içinden askere gönüllü giden var mı? Esnaftan gönüllü askere gidenler olurmuş. Herhangi bir ihtiyacı olan var mı? Onlar araştırılırmış. İhtiyacı olana esnaf yardım edermiş. Esnafın birbirine yardımcı olması gayesi ile bu dua her hafta yapılır” şeklinde konuştu.
Eyüp Sultan’da ramazanın ilk cuması
Ramazanın ilk cuma namazını Eyüp Sultan Camisi’nde kılmak isteyen İstanbullular camiyi tamamen doldururken, yer bulamayanlar dışarıda saf tuttu.İstanbullular, ramazanın ilk cuması için kentteki diğer camilerin yanı sıra Eyüp Sultan Camisi’ne de büyük ilgi gösterdi. Camide yer bulamayanlar dışarıda namaz kılarken, birçok kişi avluda da yer bulmakta zorlandı.Vatandaşlardan Serkan Topaç, Türkiye’nin zorlu bir dönemden geçtiğini kaydederek, ramazan ayının hayırlara vesile olmasını diledi. Eyüp Sultan’ın çok önemli bir yer olduğunu kaydeden Topaç, “Burada kendimi daha özel hissediyorum, onun için buraya geldim. Allah herkese sağlık sıhhat versin. Bu kötü günleri çabuk atlatalım” ifadelerini kullandı.Galeri: Türkiye ve Dünya’da Ramazan’ın ilk Cuma namazı
Surların efendisi: Merkez Muslihuddin
Asıl adı ‘Musa’ olan, ‘Merkez Muslihuddin’ lakabıyla meşhur olan zat Denizli’nin Budan ilçesinde doğdu. Küçük yaşta memleketinde sonrasında ise İstanbul ve Bursa’da medrese tahsili gördü. Tefsir, hadis, fıkıh ve tıp ilminde yetişti. Medrese tahsili esnasında tekkelere gidip, oradaki alimlerin sohbetlerine de katıldı. Genç yaşında medrese tahsilini tamamlayıp çevresinde sayılan büyük bir alim olan Merkezefendi, Etyemez Şeyhinin kızı ile evlendi. Yavuz Sultan Selim’in kızı Şah Sultan, İstanbul’da Eyüp Bahariye’de onun adına bir cami ve yanına medrese yaptırdı. Merkez Efendi buraya tayin edildi. Bir müddet orada talebe yetiştiren Merkez Efendiye Kanuni Sultan Süleyman Han, Topkapı surlarının dışında yaptırdığı tekkede vazife verdi. Orada da talebe yetiştiren Merkez Efendi, Kanuni Sultan Süleyman Hanın annesinin isteği ve Sünbül Efendinin tenbihi üzerine Manisa’ya gitti. Valide Sultanın Manisa’da yaptırdığı imaretin yanındaki dergahta hocalık yaptı. Çocuklara ve hayvanlara karşı çok merhametliydi Merkez Efendi, talebelerini iyi yetiştirmek için çok gayret gösterirdi. Talebelerine zahiri ilimleri öğrettiği gibi, nefislerini terbiye etmek için riyazet ve mücahedeler yaptırırdı. Çocuklara karşı çok şefkatliydi. Cebinde şeker, yemiş gibi şeyler bulundurur, çocukları gördüğü yerde dağıtarak onları sevindirirdi. Çocuklara buyururdu ki: ’Benim için hayır dua ediniz. Siz günahsız masumsunuz. Sizin dualarınızı Allah kabul eder. Bu yüzü kara, sakalı ak ihtiyar için dua ediniz ki, kıyamette yüzü ak olsun’ Çocuklar dua edince de; ’Ya Rabbi! Bu masumların dualarını red eyleme’ diye Allah’a yalvarırdı. Bütün hayvanlara karşı da çok merhametli idi. Merkebe suyunu verir, tavuklara yem atardı.Hiç cemaatsiz namaz kılmadı Merkez Efendi, bûluğ çağına geldiği günden, ömrünün sonuna kadar, hiç cemaatsiz namaz kılmamıştır. Eğer öğle ve yatsı namazlarında cemaate yetişememişse, namazını kılmış olanlardan birkaç kimseye; ’Hayatımda hiç cemaatsiz farz namaz kılmadım. İmam olayım da sizlerle namaz kılalım. Aynı namazı tekrar kılmanın zararı olmaz. Sonra kıldığınız nafile olur’ buyururdu. Merkez Efendinin ömrü; hep ibadet etmekle, insanlara hakkı, doğruyu anlatmakla, Ehl-i sünnet itikadını yaymakla, hayır ve hasenat yapmakta halka ön ayak olmakla, fakir ve zayıfları himaye etmekle geçti. Merkez Efendi, senelerce dergahta talebelere ders vererek, onlara Allah’ın emir ve yasaklarını bildirdi. Zaman zaman İstanbul’un çeşitli camilerinde halka vaaz ve nasihatlerde bulundu. Vaazında camiler dolar taşar, boş yer kalmazdı. Halvetiyye yolu büyüklerinden Sünbül Sinan Efendinin meşhur talebelerinden olan Merkez Efendi 1552 (H.959) yılında İstanbul’da vefat etti. Cenaze namazını; ’Dünyada bu kimseyi riyasız olarak görmüştük.’ buyuran şeyhülislam Ebüssü’ud Efendi kıldırdı. Naaşı büyük bir kalabalık tarafından uzun bir süre omuzlarda taşınıp, Topkapı surlarının dışında kendi yaptırdığı caminin türbesine defnedildi. Mesir macununu yaptı Tıp bilgisi kuvvetli olan Merkez Efendi, Manisa’da bulunduğu sırada kırk bir çeşit baharattan meydana gelen bir macun yaptı. Hastalar, bu macunu yiyerek şifa bulurdu. İlkbaharda yetişen çiçeklerden de istifade edilerek yapılan bu macunu almak için, çevre kasabalardan gelirlerdi. Mesir macunu diye şöhret bulan bu macun, şimdi de yapılmaktadır Sünbül Efendi ile tanışması Musa Efendi, Kocamustafapaşa’daki bir tekkede şeyhlik yapan Sünbül Sinan Efendi’nin şöhretini işitti. Fakat bazı kimselerin onun hakkında yaptıkları dedikodular sebebiyle, bir türlü gidip sohbetine katılamamıştı. Bir gün rüyasında Sünbül Efendi’nin, kendi evine geldiğini gördü. Sünbül Efendi’yi içeri koymamak için hanımı ile kapının arkasına pek çok eşya dayadılar ve üzerine de oturdular. Fakat Sünbül Efendi kapıyı zorlayınca, kapı arkasına kadar açıldı ve arkasındakiler yere yuvarlandı. Bu sırada uyanan Musa Efendi, yaptığı hatayı anladı ve Sünbül Efendi’nin huzuruna gitmeye karar verdi. Sünbül Sinan’ın camisine gidip, vaaz ettiği kürsünün arkasına, o görmeden oturdu. Sünbül Sinan Efendi, vaaz esnasında Taha suresinin bazı ayet-i kerimelerini tefsire başladı. Tefsirden sonra; ’Ey cemaat! Bu tefsirimi siz anladınız. Hatta, Merkez Efendi de anladı!’ buyurdu. Sonra aynı ayet-i kerimeleri daha yüksek manalar vererek tefsir ettikten sonra tekrar; ’Ey cemaat; Bu tefsirimi siz anlamadınız, Merkez Efendi de anlamadı.’ buyurdu. Merkez Efendi, hakikaten ikinci defa anlatılanlardan bir şey anlamamıştı. Sünbül Efendi, o gün Taha suresini yedi türlü tefsir etti. Merkez Efendi’nin kürsi arkasında olduğunu, zahiren görmediği halde anlamıştı. Vaaz bitti, namaz kılındı, herkes camiden çıktı. Sadece Sünbül Efendi kalınca, Merkez Efendi huzura varıp elini öptükten sonra af diledi. Sünbül Efendi de: ’Ey Muslihuddin Musa Efendi! Biz seni genç ve kuvvetli biri sanırdık. Meğer sen ve hanımın çok yaşlanmışsınız. Akşam bizi kapıdan içeri sokmamak için gösterdiğiniz gayrete ne dersiniz? Fakat, neticede kapı açıldı ve ikiniz de yere yuvarlandınız!’ diye buyurunca, Merkez Efendi iyice şaşırdı. Pek çok özürler dileyerek ağlamaya başladı, affına sığınıp talebeliğe kabul edilmesi isteğinde bulundu. Sünbül Efendi de kendisini kabul ettiğini, dergahta hizmete başlamasını söyledi. Bundan sonra Merkez Efendi, her gün Sünbül Efendi’nin dergahına gelip ondan ders almaya ve hizmete başladı. Sünbül Efendi’nin sohbetleriyle yetişip evliyalık makamlarına yükseldi. İcazet (diploma) aldı.
Allah’ı zikreden dua taneleri ve Osmanlı’da tespihzenlik
Gam, kasvet ve kederden kurtulmak ve can sıkıntısını gidermede eğlence aracı olarak da kullanılan tespih ilk defa M.Ö. 800’lerde kullanıldığı bilinmektedir. Tespihin sadece Müslümanlar için değil, Budizm, hatta Hinduizm ve Brahmanizm gibi eski Uzakdoğu dinlerinde de önemlidir. Avrupa’da katolik rahip ve rahibelerin kullandığı 64 taneli, çarmıha gerilmiş İsa tasvirli tespihler ise dinî kıyafetlerin tamamlayıcısıdır Brahmanlar tespihe “dua tacı” demektedirler. Tespihlerin en güzelleri İstanbul’da yapılırdı. Tespih meraklısı insanlar yüzyıllar boyunca en güzel tespihleri hep İstanbullu ustalardan edindiler. Altın, gümüş, denizkaplumbağası kabuğu denilen bağa, fildişi, sedef, kehribar, boynuz, abanoz ve ödağacı gibi onlarca tespih hammaddesi Afrika gibi uzak diyarlardan getirilerek İstanbullu ustaların elinde birer değerli zikir tanesine dönüştü ve her habbesinde Allah anıldı.Türk el sanatları içerisinde önemli bir yere sahip olan tespihzenlik, 17. yüzyılda başlayarak gelişti ve 19. yüzyılda doruk noktasına ulaştı. Osmanlı Padişahları, yakut, zümrüt, elmas gibi değerli taşlardan yapılmış tespihler kullanmışlardır. Bunlardan III. Selim’in zümrüt ve inciden yapılmış tespihi ile Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın elmas tespihi meşhurdur. Tespih yapımında kullanılan malzemeler beş gruba ayırılır: Zümrüt, yakut, elmas, necef, firuze, laciverttaşı, zeberced, yeşim, akik, altın, gümüş gibi değerli taş ve madenler; fildişi, suaygırı dişi, balina dişi, bağa (denizkaplumbağası kabuğu), deniz fili, boğa, bufalo, gergedan boynuzu ve deve kemiği ve dişi gibi hayvansal maddeler; inci, mercan, sedef, yüsrü, suaygırı, köpek ve testere balığı dişi gibi deniz kökenli maddeler; kehribar, lületaşı gibi fosiller. Ağaç çeşitleri ise: Yılanağacı, abanoz, ödağacı, sandal ağacı, maverd, kan ağacı, zeytin, pelesenk, gül, demirhindi, lale ağacı, saten, şeker, tik, kokobolo, morağaç ve kalenbek gibi envayi çeşit ağaç. Bu ağaçların birçoğu Hindistan, Mısır, Madagaskar, Güney Amerika’dan getirilirmiş. Sert, kahverengi bir ceviz türü olan ve Seylan, Endonezya, Hindistan gibi ülkelerde yetişen kuka, bir tür hindistancevizi olan narçıl, sırçalı kuka, zeytin ve hurma çekirdeği gibi malzemelerden de tespih yapılmaktadır. Son dönemlerin tespihzenlerinden olan Necmeddin Okyay aynı zamanda bir ebruzen ve yay ustası yani kemankeştir. Yeğeni Ahmet Düzgünman’a da bu sanatı öğretmiş ve dönemin ünlü tespih sanatkarı Galip Başsaka’dan tespihzenlik sanatını öğrenmesi için onu teşvik etmiştir. Tespih yapabilmek için el ve göz hassasiyetine sahip olmak lazım. Son devrin en makbul ve yetenekli ustalarını sıralıyacak olursak: Beylerbeyli Galip Usta, Topuzun Halil, Sahhaf Nuri, Tophaneli İsmet, Mevlanakapılı Mahmut, Fildişici Burhan, Topkapılı Sadık, Börekçi Mahmud, Beşiktaşlı Sağır Rıfat, Kalemdar Hayri, Kehribarcıbaşı Ali Bey, Horozun Salih, Kalafatçı Hasan gibi ustalardır. Ahmet Düzgünman usta, “Horozun Salih öyle ustaydı ki… Ondan tespih alanlar ‘Tespihin deliğinden iki ibrişim geçerse almayız ha!’ diyerek takılırlarmış.” Bu olay aslında tespihin ince zevk unsuru bir sanat olduğunu ve tespih meraklılarının estetik hassasiyetini göstermesi bakımından manidar bir hadisedir. Son devir büyük ustaların kullandığı tespih tezgâhını Necip Sarıcı, “Dua Taneleri” kitabındaki yazısında şöyle anlatıyor: “Çıkrık kemâne adı verilen el tezgâhı beş bölümden oluşurdu: Tay denilen iki ayağı tutan alt ağaç; ortasında ayar delikleri olan delikli peşme; ‘kubbe’yi tutan kelebek; dönen yuvarlak bölüm, yâni kubbe; ustanın ayağını dayadığı tezgâh takozu. Çok basit ama milimetrik hassasiyette olması gereken tespih tezgâhını, ustanın kendisi imal ederdi. 50 x 100 santimetre boyutlarında bir tablada, iki demir punto arasına ince delinerek kalıba geçirilmiş taneyi sol eliyle çektiği kemâne ile döndürür, sağ elinde tuttuğu rende ve arda ile de malzemeyi suyuna ve kendi sinin zevkine göre tıraşlayıp “habb”ları, yâni taneleri, armudî, beyzî, kürevî, şalgamî veya fasetalı olarak biçimlendirirdi.” 99’luk bir tespih için yaklaşık 110-120 arasında tane üretilir, içlerinden de birbirlerine en uyumluları seçilir. Artan diğer taneler de 33’lük tespihler için saklanır. Taneler tamamlandıktan sonra sıra takımı oluşturan durak (nişâne), pul, düğüm yuvası, imâme, ara taneler ve tepelik grubunun yapılışına gelir. Bütün bu tamamlayıcı parçaların, tanelerin özellikleriyle uyumlu olması gerekir. İyi bir tespihte parçalardaki uyumun yanı sıra, iplerin geçirildiği deliklerin çok ince olması bir kalite göstergesi olarak kabul edilir. Tespihte en son olarak da imame şekillendirilir. Üzerlerine halkalar, sikkeler giydirilir. İmal edilen bu tespih taneleri üzerine altın ve gümüş çivilerle bezemeler ve yazılar da yazılırmış. Tanelerin hepsi aynı boyuta gelince sıra cilalamağa gelir. Erzurum toprağı denilen yumuşak bir taş hafifçe rendelenerek toz haline getirilip, iyi kalite zeytinyağı ve gliserin ile karıştırılıp elde edilen cila bir bezle tanelere sürülür.Halkalı pul, vidalı tepelik, imameye gizli düğüm yuvası ve kamçı takıldıktan sonra tespih müşteriye veya koleksiyona hazır hale gelir. Bilhassa kokulu ağaçlardan yapılan tespihler kapalı kutularda saklanır ki, kokusu kaybolmasın. Fosil malzemelerden olan kehribardan şeffaf, ateşi, sarı ve yeşil renkli olanlarından yapılan tespihler kullanılırken ve yaz aylarında güzel bir koku yayar çünkü fosilin içeriğinde çam reçinesi vardır. Osmanlı zamanında yaz mevsiminde ele serinlik verdiği için necef denilen kaya kristalinden yapılma tespih kullanılırmış. Her tanesi ışıkta yedi rengi ayıran ışıl ışıl, ucu gümüş kamçılı tespihleri taşımak ise bir ayrıcalıkmış. “Tespihlerin makbul olanı büyüklük ve şekil bakımından taneleri aynı olanı. Denk getirilememişse bile en büyük taneden başlayarak küçüğe doğru dizilir ve buna servi dizimi denir. Bu tip tespihler ikinci kalitedir. Tespihler, ibrişim denilen ipekten iplere dizilirdi, fakat artık boyanarak istenen renge getirilen naylon iplere diziliyor” diyor Günlük hayatta kullanılan 33’lük veya 99’luk tespihlerden başka tekkelerde kullanılan daha çok taneli tespihler de imal edilmiştir. Bu tespihler iri tanelidir ve tane sayısına göre beş yüzlük veya binlik şeklinde isimlendirilirler. Geleneksel tespihçilik bugün sadece birkaç meraklı tarafından amatör olarak sürdürülüyor. Fabrikalarda plastik veya diğer sentetik maddelerden seri olarak üretilen incik boncukları saymazsak tabii…
KAYNAK : Yenişafak